İsrail’in 13 Haziran 2025’te İran’a yönelik başlattığı “Yükselen Aslan Operasyonu” her ne kadar İran’ın “Nükleer Programı” üzerinden karmaşık jeopolitik, stratejik ve tarihsel faktörlere dayansa da bunun altında yatan asıl sebebin Büyük İsrail Projesinin arz-ı mev’ud’un son iki ayağından birinin tamamlanması olduğunu önceki iki yazımda aktardım.
İran’ı İslam dünyası içindeki yayılımcı Şia ideolojisi sebebiyle makbul saymayanlardanım. Ancak bazen bir kader olarak yaşadığımız coğrafyada bizi de hedef alan küresel planlar bağlamında süreci İran üzerinden okumak, İran’ın zayıflamasının Türkiye’ye yönelik saldırıların yolunu da açacağını görmek kaçınılmaz oluyor.
İsrail her ne kadar İran’ın nükleer silah geliştirme potansiyelini uzun süreden beri kendisine yönelik bir varoluşsal tehdit olarak görse de işin aslı Büyük İsrail Projesi önündeki engellerden biri sayması. Bu asıl sebebi perdelemek için de 13 Haziran günü gerçekleştirdiği saldırılar, İran’ın Natanz ve Fordo gibi nükleer tesislerini hedef aldı. Bunu yaparak dünyaya da İran’ın nükleer kapasitesini sınırlama veya yok etme amacı güttüğü mesajı vermek istedi. Hatta bu mesajı da İran’ın nükleer programının “11. saatte” durdurulması gerektiği tezi üzerinden, bu tesislerin vurulmasını “önleyici” bir adım olarak nitelendirerek zenginleştirdi.
İsrail, İran’a yönelik saldırının meşruiyet zeminini de Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan (UAEA) aldı aslında.
UAEA, bir süre önce yaptığı açıklamada, “İran’ın nükleer yükümlülüklerini ihlal ettiğini” bildirmişti.
Bunun yanında Hizbullah, Hamas ve Yemen’deki Husiler ile İran ilişkisini de bölgesel tehdit olarak algılıyordu İsrail. İsrail, bu gruplardan gelen saldırıların arkasında İran’ın olduğu, bu grupların İsrail’i dolaylı yoldan saldıran İran’ın “vekil grupları” olduğu varsayımını öne sürüyordu.
Mesela, Ekim 2024’te İran’ın İsrail’e 200’den fazla füze fırlatması, bu gerilimin bir göstergesiydi.
Bunun yanında İsrail, İran’a yönelik saldırısını meşru müdafaa iddiasına da dayandırıyor.
İsrail, 13 Haziran’da başlattığı saldırıları, BM Antlaşması’nda yer alan meşru müdafaa hakkı çerçevesinde önleyici bir harekât olarak savunuyor.
Halbuki bütün bunlar uluslararası toplum nezdinde bir meşruiyet ve destek bulma çabasının ürünü.
İsrail’in İran’ı hedef alan saldırılarının asıl amacının, Türkiye’nin bir bölümünü de içine alan Büyük İsrail Projesi tarihsel mottoyla Arz-ı Mev’ud’a ulaşmak olduğu bir sır değil.
Yineleyecek olursak; 29 Ağustos 1897’da Basel'de Theodor Herzl liderliğinde toplanan 1. Siyonist Kongresi’nde benimsenen “Nil’den Fırat’a” uzanan bir “Büyük İsrail vizyonunu” var.
Bu “vizyon” İsrailli gazeteci ve eski Dışişleri Bakanlığı çalışanı Oded Yinon’un 1982 yılında kaleme aldığı Dünya Siyonist Örgütü’nün yayın organı Kivunim Dergisinde yayımlanan, “1980'lerde İsrail için Bir Strateji” başlıklı makalede ayrıntılı bir şekilde yer alıyor ve buna atıfta bulunuluyor. Zamanla bu makale Yinon Planı olarak tanımlanıyor.
İşte o planda İran’ın istikrarsızlaştırılması ve bölünüp parçalanması yer alıyor. Bunun da İran’daki etnik farklılıklar üzerinden pratiğe dönüştürülmesi amaçlanıyor.
Peki İran’ın demografisi, etnik yapısı buna müsait mi?
Görünürde evet, müsait.
Öncelikle belirtmek gerekir ki; İran’ın demografik yapısını karmaşık kılan en temel sebep, tarih boyunca farklı etnik grupların bir arada yaşadığı bir coğrafya olması.
Üç temel etnik unsur var İran’da.
Fars, Türk ve Kürt…
Türkler ve Kürtler, ülkenin etnik ve kültürel çeşitliliğinin önemli bir parçasını oluşturuyor.
İran’daki Türk toplulukları, özellikle Azerbaycan Türkleri, Kaşkaylar, Türkmenler ve Horasan Türkleri olarak öne çıkıyor. Nüfus tahminleri kesin olmamakla birlikte, Türklerin İran nüfusunun yaklaşık yüzde 50’den fazlasını oluşturduğu tahmin ediliyor.
Azerbaycan Türkleri, Güney Azerbaycan’daTebriz, Urmiye, Erdebil, Zencan gibi şehirlerde, Kaşkaylar Şiraz civarında, Türkmenler Türkmen Sahra’da, Horasan Türkleri ise Kuzeydoğu’da yaşıyor.
Kürtlere gelince…
Kürtler, İran nüfusunun yüzde 10’u kadarının Kürtlerden oluştuğu tahmin ediliyor. Hatta İran, Türkiye’den sonra en kalabalık Kürt nüfusa sahip ülke olarak kabul ediliyor.
Kuzey Horasan’da yaklaşık 2,5 milyon civarı olduğu bilinen Kürt nüfusun, İran Kürdistanı olarak adlandırılan Rojhilat, Batı Azerbaycan, Kirmanşah, İlam, Kürdistan ve Hemedan eyaletlerinde yoğunlaştığı biliniyor.
Şii (Caferi) olan İran’daki Türk nüfusun aksine Kürt nüfusun yüzde 75’i Sünni, yüzde 25’i Şii, çok az sayıda nüfusun da Yezidi, Yahudi, Hristiyan ve Yârsânî olduğu biliniyor.
İlginçtir; Türkler, Şii (Caferi) kimlikleri nedeniyle rejime daha entegre görünmesine karşın, Kürtler’in hem etnik hem mezhepsel (Sünni çoğunluk) nedenlerle rejime karşı daha muhalif bir duruş sergilediği görülüyor.
Bu arada Türkler ile Kürtler arasında zaman zaman gerilim de yaşanıyor. Örneğin, yakın bir zaman önce Urmiye’de Kürtlerin “Kürdistan” sloganlarına karşı Türkler’in de “Urmiye Türk’ündür” yürüyüşü düzenlediği henüz hafızalardaki tazeliğini koruyor.
İran’ın toprak bütünlüğüne tehdit sayılan bu etnik çeşitliliği tehdit olmaktan çıkarmak için de hem Türkler’in hem Kürtler’in, Pehlevi döneminden beri Farslaştırma politikalarına maruz kaldığını not düşelim.
Bu asimilasyon politikalarının, Kürtler’e, dil ve eğitim yasağıyla, Türkler’e de kültürel haklar bağlamında baskılanarak uygulandığını hatırlayalım.
İşte Büyük İsrail Projesinin koordinatlarını barındıran ve saha pratiklerini veren Yinon Planı’nın İran evresinde önerdiği istikrarsızlaştırma ve etnik kimliğe dayalı bölüp parçalama hedefi bu bağlamda bir karşılık bulabilir ki Kürt grupların son dönemki açıklamalarına bakılırsa karşılık da buluyor.
İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının başladığı günden bu yana “özerklik” taleplerini daha yüksek sesle dile getiren Kürt gruplar, Yinon Planı’nın, İran’ı istikrarsızlaştırma, bölme, parçalama ve yönetme stratejisinin pratiğe dökülmesinde en kullanışlı aparat olacağa benziyor.
Türkiye’nin bu süreçte izleyeceği politika bu hassasiyetleri öncelemeli, planın Türkiye ayağında benzer bir atmosferin tetikleneceği hesaba katılmalı.