Türkiye'nin Suriye'deki etki gücü, tarihsel kökleri Misak-ı Millî’ye dayanan bir stratejik derinlik politikasıyla şekilleniyor. Eğer Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (KRG) ile geliştirilen mevcut samimi ilişkilere, Kuzey Suriye'deki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile yakınlaşmayı da eklemeyi başarırsa Türkiye’nin, Misak-ı Millî sınırlarına doğru bir genişleme için tarihsel arka planı var, güncel konjonktür de buna oldukça müsait.
Malum hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Yani insan hafızasının eksikliği unutkanlıktır. Bu sebepten Misak-ı Millî’yi yeniden hatırlatmakta yarar var.

Misak-ı Millî, 28 Ocak 1920'de Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından kabul edilen altı maddelik bir ulusal yemin belgesidir. Bu belge, Mondros Mütarekesi sırasında işgal edilmemiş Türk çoğunluklu bölgeleri vatan toprağı olarak tanımlar, Arap çoğunluklu bölgelerin geleceğini plebisite bırakır ve Kars, Ardahan, Batum ile Batı Trakya'nın statüsünü halk oylamasına bağlar. Bunun yanında İstanbul ve Marmara'nın güvenliği ile Boğazların serbest geçişini vurgular.

Erzurum ve Sivas Kongrelerinin etkisiyle hazırlanan Misak-ı Millî, Türk bağımsızlık mücadelesinin temelini de oluşturur.
Belge, Musul, Kerkük, Halep gibi bölgeleri kapsayarak Osmanlı'nın son dönem milli sınırlarını belirler. Ancak 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması ve 13 Ekim 1921 tarihli Kars Antlaşması ile bu sınırlar kısmen daralır, bazı bölgeler Irak ve Suriye mandalarına bırakılır.
Bugün milliyetçilik kisvesi altında Türkiye’nin Suriye ve Irak odaklı politikalarını eleştiren, “ne işimiz var orada” mottosunu diri tutan kesimlerin aksine en rasyonel ve en samimi Türk Milliyetçiliği fikriyatı, Misak-ı Millî’yi meşru sınırlar olarak görür. Bu sebeple de dış politikadaki bu sınırlara dair revizyonist eğilimleri destekler.
Misak-ı Millî’nin Türkler dışındaki öznelerinden biri de Kürtler’dir.
Tarihi vesikalar, Kürtler’in, Kurtuluş Savaşı'nda Türkler’le omuz omuza mücadele ettiğini, Amasya ve Sivas Kongrelerinde yer aldığını gösterir.
Misak-ı Millî, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri de kapsayarak birleşik bir yapı öngörür. Ancak 16 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması ile sınırlar parçalanır, Irak’taki (Güney) Kürtlerin yoğun yaşadığı bölge dışarıda kalır.
Sykes-Picot Anlaşmasının temelini oluşturan ve “cetvelle çizilmiş” eleştirilerinin muhatabı olan Sykes-Picot haritasının dayattığı bu bölünme, sonraki yıllarda yeni bir bölünmenin önünü kapatma refleksiyle Kürtlerin inkârı ve asimilasyon diye nitelendirilen politikaların yolunu açar, Türkiye'nin iç ve dış Kürt sorununu derinleştirir.

TÜRKİYE'NİN SURİYE'DEKİ ETKİ GÜCÜYLE ŞEKİLLENEN MEVCUT KONJONKTÜR

2025 itibarıyla Suriye'deki iç savaş sonrası konjonktür, Türkiye'nin etkisini artırdı. Aralık 2024'te Esad rejiminin düşmesiyle Türkiye, Suriye'nin geçiş sürecinde kilit aktör haline geldi. Suriye’nin, Türkiye'den askeri eğitim ve savunma desteği talep etmesiyle birlikte ortak savunma paktı görüşmeleri başladı.
Kuzey Suriye'de (Afrin, Tel Abyad) askeri varlık kuran Türkiye, SDG/YPG'yi de PKK’nın uzantısı olarak görüyor, tehdit kabul ediyor ve Suriye’deki varlığının meşruiyetini de buna dayandırıyor. Haklı da.
Ocak 2025'te YPG'ye karşı operasyon sinyalleri gelse de Suriye'nin geçtiğimiz günlerdeki Türkiye'ye askeri eğitim daveti, Ankara'nın uzun vadeli varlık hedefini pekiştiren bir gelişme oldu.

Türkiye’nin KRG ile ilişkileriyse ekonomik ve stratejik samimiyet üzerine kurulu. Türkiye, KRG ile petrol ticareti ve diplomatik bağları geliştirdi, 2010'dan beri de Erbil'de konsolosluk bulunduruyor.
Ancak PKK nedeniyle çatışmalar devam ederken, Türkiye’nin Irak'la ortak operasyonlar yürüttüğü biliniyor.
Bu ikili yaklaşım, KRG'yi ekonomik olarak Türkiye’ye bağımlı kılarken bir yandan da güvenlik baskısı uyguluyor. SDG ile ilişkiler ise terörle mücadele konseptinde yürüyor. YPG’nin hakimiyetinde olan SDG,

ABD desteğiyle kuzey Suriye'yi kontrol etme çabası sergiliyor.
Türkiye, haklı olarak SDG'yi terör örgütü olarak nitelendiriyor ve yabancı desteklerin kesilmesini talep ediyor.
Bütün bunların yanında, Esad sonrasındaki süreçten başlamak üzere Kürt liderlerin Türkiye ile yakınlaşma ve Misak-ı Millî’ye uyum seçeneklerini araştırdığını ve tartıştığını not düşelim.

VARSAYIMA DAYALI BİR SENARYO OLARAK SDG’LE YAKINLAŞMANIN ETKİSİ

Türkiye ile KRG arasında samimi ilişkiler zaten var. Buna SDG ile yakınlaşma eklenirse, Türkiye'nin etki alanı genişler. Varsayıma dayalı olarak, PKK/SDG'nin silah bırakması ve Misak-ı Millî’ye entegre olması, kuzey Suriye'yi (Rojava) Türkiye himayesine sokabilir.
Bu, Halep, Musul, Kerkük gibi bölgeleri kapsayan bir federatif yapının inşası anlamına gelir. Kürtleri Türk kanadı altına toplamak etnik zemine dayalı “laboratuvar ürünü” çatışmaları azaltır.
Tarihsel olarak bu, Misak-ı Millî’nin tamamlanması anlamına gelir.
Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgeler birleşerek Türkiye'nin stratejik derinliğini artırır.
Güncel konjonktürde, İran'ın zayıflaması ve İsrail-Türkiye gerilimi, Kürtleri Türkiye'ye yaklaştırabilecek en önemli olgulardan biridir.

Elbette bunun uzun vadede riskleri de var. Mesela tarihsel köklerden gelen birlik ve dayanışmayı sürekli kılabilecek bir çerçeve oluşturulamazsa plebisitlerle ayrılıkçı eğilimler artabilir. Daha somut deyişle; "büyüme görüntüsü altında küçülme" yaşanabilir.
Bölgedeki çıkarlarını kalıcı hale getirmek isteyen ABD ve Rusya'nın sürece müdahalesi, dengeleri bozabilir.
Ele aldığımız bu senaryo, Türkiye'ye Misak-ı Millî’ye doğru genişleme fırsatı sunsa da realize edilmesi elbette zor.

SDG ile yakınlaşma, PKK sorunu kökten çözülmeden zor ancak Esad sonrası fırsatlar da var. Türkiye’nin “Terörsüz Türkiye” hedefinin temelinde de bu fırsatları ıskalamamak olduğu kanaatindeyim.
Neticede Misak-ı Millî’nin sınırlarına açılma dışında enerji koridorlarının kontrolü, mültecilerin geri dönüşü ve yarım yüzyıla yakın zamandır Türkiye’nin tüm enerjisini kanalize ettiği etnik temelli terör faaliyetlerini kökten çözecek Kürt entegrasyonu gibi avantajları da var.
Sürecin bölgeyi tamamen kontrol altına alma potansiyeli taşıyan “Türkiye Birlişik Devletleri”ne evrilme riskini gören batı elbette uluslararası tepkiyi, iç istikrarsızlığı körükleyecek, revizyonizmin önüne blokajlar koyacaktır.

Türkiye bunun önünü kesmek için diplomatik atılımlarla etki alanını genişletebilir mi işte o süreci anlamakta bile acze düşen muhalefetin yarattığı iç kargaşada biraz riskli görünüyor.