Türkiye'de medya, toplumun aynası olmaktan çıkıp bir savaş alanına dönüştü. İktidara yakın medya organları toplumsal yarar öne çıkan kimi gelişmeleri perdeleyip ya da görmezden gelip sadece hükümet politikalarını öven bir propaganda makinesine evrilirken, muhalefeti destekleyenler de sıklıkla abartılı eleştirilerle dolu çoğu hayatın olağan akışı içerisinde yaşanması ya da yaşanmış olması imkânsız iddia ve manipülasyonlarla bir karşı cephe oluşturuyor.

Sadece kendilerine kazandıran, iktidardan ya da muhalefetten beslendikleri havuzdaki paylarını artıran bu kutuplaşma, her iki tarafın da toplumdaki inanılırlığını hızla eritiyor. Gazetecilik ahlakı ve meslek kurallarını derin bir erozyona uğratıyor.

Peki, bu çöküşün sebepleri neler ve sonuçları ne kadar vahim?

Öncelikle, iktidara yakın medyanın güven kaybının nedeni, hükümetin medya üzerindeki hakimiyeti görünse de işin aslı farklı. İktidar medyası ne iktidarın ve bileşenlerinin seçmen kitlesini ve tabanını memnun edebiliyor ne muhalif kitleleri. Her iki tarafın da yoğun eleştirisi altında. Bunda da haklılık payı elbette var.

Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) raporuna göre, Türkiye’de ulusal medyanın yüzde 90'ı hükümet kontrolünde. Peki bu, reklam ve sübvansiyonların akıtıldığı yüzde 90, her gün onlarca yalan ve manipülasyon karşısında toplumsal farkındalık oluşturabilecek etki gücüne sahip mi? Kesinlikle değil. Bilhassa iktidar ve iktidar bileşenlerinin seçmen kitlesiyle ideolojik tabanlarının iktidara yakın medyadan memnun olmamasının en temel sebebi bu, etki güçlerinin olmaması ama kaynakların yüzde 90’ını sömürmeleri.

İktidara yakın medyanın herhangi bir ideolojik refleksinin bulunmayıp sadece maddiyata tapması, muhalif medyanın da salt iktidar düşmanlığı üzerinden yayınlarla muhalif bloğun medya finansman havuzunu sömürmesi her iki kesimde de topluma ulaştırılması gereken gerçeklere karşı “oto sansür” mekanizmasını işler kılıyor.

Peki sonuç? Toplum, "gerçek" ile "istendik gerçek" arasında ayrım yapamıyor. Medya inanılırlığını kaybediyor, gazetecilerin itibarı yerlerde sürünüyor.

Mesela; Journo'nun araştırmasına göre, Türk medyasında mahremiyet başta olmak üzere etik ihlaller artıyor. Bu da genel güven erozyonunu hızlandırıyor.

Örneğin, bilhassa muhalif cephe açısından sosyal medya üzerinden yayılan yanlış bilgiler, geleneksel medyaya sıçrayıp hızla yayılıyor. Buna karşı zaten yok denecek kadar az olan doğrulama platformları ise yetersiz kalıyor.

Gazetecilik ahlakının erozyonuna gelince…

Gazetecilik ahlakı açısından yaşanan erozyon hem muhalif medyayı hem iktidar medyasını vuruyor.

Meslek ilkeleri, doğruluk, tarafsızlık, kaynak doğrulama derseniz hak getire. Bu en temel ilkeler bile unutulmuş durumda. Yeni medya ortamında, tık şehvetiyle sansasyonel haberler çoğalıyor ancak etik sorunlar, dijital platformlardaki reklam-haber karışımıyla daha bir derinleşiyor.

Dezenformasyon yasası gibi düzenlemeler, teorik olarak caydırıcı olacak diye pazarlansa da pratikte uygulanmadığı, yargı organlarının benzer olaylara karşı birbirinden farklı hatta birbirine tezat kararları sebebiyle pratiğe döküldüğü durumlarda da bir sonuç vermiyor.

Daha kötüsü, medya araştırmalarından çıkan ortak sonuca göre; yerel gazetelerde bile etik ihlaller yaygınlaşmış durumda. Yerel medyaya kadar sirayet eden güven erozyonu, toplumun medyaya bakışını da zehirliyor.

Medyada yaşanan bu erozyonun etkisi cidden korkutucu. Toplum kutuplaşıyor. Linç kültürü yayılıyor, egemen hal alıyor. Demokrasi kökten zedeleniyor.

Peki nasıl çıkacağız bu cenderenin içinden, çözüm ne derseniz; öncelikle medyaya yönelik bağımsız denetim mekanizmaları güçlendirilmeli. Ayrıca gazetecilik eğitimi etik odaklı olmalı ve doğrulama platformlarının sayısı artırılıp yaygınlaşmalı.

Aksi takdirde, medya bir bilgi kaynağı olmaktan çıkıp, kutuplaşmanın, çatışmanın ve en nihayetinde etnik mezhepsel ya da siyasal bölünmenin aracı haline gelecek.