Türkiye’nin son yıllarda, doğurganlık hızı ve nüfus artış oranında yaşadığı “nüfus gerilemesi” bir “varoluş” tehdidine dönüştü.
Konu siyasetin gündemine yeterince giremese de iktidar cephesi bu konuyu bir “devlet meselesi” haline getirmek için yoğun mesai harcıyor.
Aslında bu “geliyorum” diyen bir tehditti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarının ilk dönemlerinde muhalefet bloğu tarafından dalga konusu yapılan “en az üç çocuk” söylemi o tehdidin Milli Güvenlik bağlamında hazırlanan en stratejik raporlara yansıdığının göstergesiydi.
Erdoğan, oluşturmak istediği toplumsal bilincin önüne muhalefetin alaycı bir üslupla takoz koyma girişimini dert etmeden, “3 çocuk” söylemini “3 de yetmez”e dönüştürdü.
Nikah masalarında çiftlerden en az iki çocuk sözü aldığı görüntüler muhalif medyada magazin konusu yapılsa da belediye başkanları ve nikah memurlarının kısa bir sürede tüm çiftlere bu tavsiyede bulunduklarını gördük.
Son bir-iki yıldır da evlenecek gençlere teşvik paketleri açıklanmaya bu paketlerin benzerleri AK Partili belediyeler tarafından da desteklenmeye başlandı. Hatta ailelere “çocuk desteği” paketleri hayata geçirildi bildiğim kadarıyla.
Ne yazık ki; geldiğimiz nokta itibarıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidar cephesinin bu söylemlerine ve attığı adımlara rağmen doğurganlık oranı ve nüfus artış hızının adeta tepe taklak aşağı sürüklendiği gerçeğiyle yüzleştik.
AK Parti Genel Merkez Kadın Kolları eski Başkanı, MKYK Üyesi ve Düzce Milletvekili Ayşe Keşir, 29 Nisan günü TBMM kürsüsünden “Türkiye’nin doğurganlık hızı” başlığıyla yaptığı gündem dışı konuşmada, Türkiye nüfusunun 2100 yılında 55 milyona düşmesinin beklendiğini belirtip, "İngiltere'nin üç çocuktan bir çocuğa düşmesi 112 yılı almış ama Türkiye'nin üç çocuktan 1,5 çocuğa düşüşü ne yazık ki 32 yılda gerçekleşti.
Türkiye’de sezaryen oranı DSÖ’nün makul kabul ettiği yüzde 15’in tam 4 katı. Okuryazar olan herkes doğumların yüzde 60’ının sezaryen olmasında bir sorun olduğunu anlar.  
‘Aileyi parçalamayı öneriyoruz’ diyenlerle aynı düşünmemiz söz konusu değildir" ifadelerini kullandı. Ayşe Keşir’in burada “‘Aileyi parçalamayı öneriyoruz’ diyenler” göndermesiyle muhalif cepheyi hedef aldığını elbette biliyoruz.
Ayşe Keşir’in bu söyleminde haklı olup olmadığını, “AK Parti’nin parti politikalarıyla iktidarın sosyo-ekonomik politikalarının da gelinen noktada sorumluluğu var mı” konusunu bir sonraki yazıda yorumlayacağım.
Gelelim henüz siyasetin gündeminde gerekli sıraya çıkamayan ancak ülke açısından büyük bir beka sorununa dönüşen “nüfus artışı hızı sorunumuzun” istatistiklere yansıyan verilerine…
2022 yılında binde 7,1 olan yıllık nüfus artış hızımız, 2023 yılında binde 1,1 düşmüş.
Yine 2022 yılında AB ortalamasının üstünde olan nüfus artış hızımız yaşanan keskin düşüşle birlikte 2023 yılında AB ortalamasının da altına düştü.
Tabi bunun sebeplerinden biri ülkede ikamet eden yabancı nüfusun bir önceki yıla göre 253 bin azalması gösterilse de en önemli sebebi doğurganlık hızının da kademeli şekilde düşüyor olması.
Bakın 2008 yılı nüfus verilerinde Türkiye’nin nüfusu 71 milyon 517 bin 100 kişi. 6 Şubat 2025 Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçlarına göre 2024 yılı nüfusu ise 85 milyon 664 bin 944. Böylece son 16 yılda ülkenin nüfusu 14 milyon 147 bin 844 kişilik artış gösterdi.
Bilhassa pandemiden sonra, ekonomik koşulların gündelik hayatı derinden etkilediği sürece baktığımızda Türkiye’deki nüfus artış hızının durma noktasına geldiğini söylemek mümkün.
Bu arada konunun daha iyi anlaşılması açısından yıllık nüfus artış hızının, iki sayım tarihi arasındaki dönemde her bin nüfus için yıllık artan nüfusu gösterdiğini, bu hızın sıfırın altında olmasının, nüfusun düştüğüne işaret ettiğini not olarak düşeyim.
2022 yılında binde 7,1 olan nüfus artış hızının 2023’te binde 1,1 olarak gerçekleşmesi bu oranın 2001’den bu yana açık ara en düşük oran olduğu gerçeğiyle yüz yüze oluşumuz önümüzdeki felaket tablosunun boyutunu anlamak açısından önemli.
AVRUPA’NIN BİLE GERİSİNE DÜŞTÜK!
Geçmişte Avrupa karşısındaki en büyük avantajımızın nüfus artış hızımız ve bu bağlamdaki genç nüfusumuz olduğuyla övünürdük.
Peki Avrupa’da nüfus artış hızı ne durumda?
Onu da irdeleyelim…
Mesela Avrupa’ya 2022 yılı verilerine göre; AB genelinde yıllık nüfus artış hızı binde 6,1.
Bu verinin lokomotifi ise yıllık nüfus artış hızı binde 41,2 ile Malta görünüyor. Bunun yanında
Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda, İspanya gibi Avrupa ülkelerinde gerçekleşen nüfus artış hızı ise hem Türkiye hem de AB ortalamasının üstünde.
Türkiye’deki felaket tablosunun sebebi doğurganlık hızındaki çakılmada!
Nüfus artış hızının en temel dinamiği doğurganlık hızı.
Doğurganlık hızı Türkiye’de son yıllarda kademeli bir düşüş yaşıyor.
İstatistiki verilere göre 2001 yılındaki doğurganlık hızı yani bir kadının doğurgan olduğu dönem sayılan 15-49 yaş gurubundaki toplam doğurabileceği çocuk sayısı 2,38 çocukken bu sayı 2022 yılında 1,62 çocuk olarak gerçekleşmiş. Bu sayının 2014’ten bu yana her sene düşüş göstermesi de ilginç sebepler barındırıyor aslında.
Bu konuya yazımın başında bahsettiğim gibi bir sonraki yazıda, siyaset kurumunun ve iktidarın parti ve yönetim politikalarından kaynaklı etkilerini de yorumlayacağım.
Doğurganlığın nüfus yenileme düzeyi uluslararası standartlarda 2,10 olarak kabul ediliyor.
Yaşanan bu doğurganlık hızı düşüşü ve nüfus artış oranındaki çakılma, Türkiye’yi, nüfus yenilenme düzeyinin altına çekmiş durumda.
Önümüzde öyle bir tablo var ki; genç nüfus yoksunluğu çeken Avrupa’nın belli başlı ülkeleri bile Türkiye’den daha iyi bir seviyeye yükseldi.
Mesela 2022 yılında Avrupa’da toplam doğurganlık hızının en yüksek olduğu ülke 1,79 ile Fransa olmuş. AB ortalaması ise 1,53 gerçekleşmiş. Peki Türkiye 36 Avrupa ülkesi içerisinde kaçıncı sırada dersiniz?
Maalesef 6. Sıradayız.
Önümüzdeki bu korkunç tablodan çıkışın yolunu bir toplumsal mutabakatla bulmak zorundayız.
Doğurganlık oranını yükseltecek teklifleri, toplumsal bilinci arttırıcı politikaları sırf siyasi muhaliflik adına itibarsızlaştıran söylemler kullana kullana hatta skeçlerde alay konusu yapa yapa geldiğimiz nokta ortada.
Biz genel inanç düzeyi ve genel ahlak kuralları açısından kimi Avrupa ülkeleri gibi “taşıyıcı anne” ya da “damızlık erkek ithali” gibi çözüm önerilerine tartışacak bir ülke asla değiliz. Yapılacak şeyler aslında basit. Bu sorunu söylemden çıkarıp eyleme dökmek, sorunun sadece tespitini yapan siyaset üretmek yerine sorunu ortadan kaldıracak sosyo-ekonomik politikaları ivedilikle hayata geçirmek.
Emeklilik yılı ilan ederek emeklileri içinde bulundukları yaşanılmaz koşullardan kurtaramadığımız gibi “aile yılı” ilan ederek de temelinde aile birliği olan doğurganlık ve nüfus artış hızında yaşadığımız ve artık bir beka tehdidine dönüşen felaketten kurtulamayız.
Hele emekli yılını “emeklilere indirimli tatil” kampanyası yapmak şeklinde anlayan Bakan-bürokrat-teknokrat anlayışıyla bu “varoluş” tehdidini savuşturabilmemiz neredeyse imkânsız.
Hele kadını aileden, haneden çıkarıp siyasetin daha da öte siyaset meydanının ana öznesine dönüştüren parti politikalarıyla ne doğurganlık hızını ne de nüfus artış hızının getirdiği tehdidi bertaraf edebiliriz.
DÜZELTME: “Yargıda tüm gözler ‘HSK mesaisi’ne başlayacak TBMM’de!” başlıklı yazımda HSK adayları arasında yer alan Sebahattin Öztemiz için “Nusayri” betimlemesi yapmış ve Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer ve Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar tarafından desteklendiğini ve bu isimlerin kulis yaptığını yazmıştım. Yazım üzerine Yargıtay 12. Hukuk Dairesi Üyesi ve HSK Üyesi Adayı Sebahattin Öztemiz arayarak, “Nusayri” betimlemesine üzüldüğünü, bunun “faşizan bir söylem” olduğunu belirtti. Maksadım mezhepçilik ya da faşizan bir yaklaşım asla değildi. Bu sebeple de bu kimlik üzerinden bir kötüleme ifadem olmadı asla olmaz. 34’üncü yılına girdiğim meslek hayatımda bu konuda ayrımcılıktan öte bu ülkenin bütün fertlerinin etnik ve mezhep kimliğiyle bu ülkenin zenginliği olduğuna dair fikrim ve duruşum okurlarım ve takipçilerim tarafından da bilinir.